Türkiye’nin dış politikası, özellikle Avrupa Birliği ile ilişkiler bağlamında son yılların en kritik eşiklerinden birinde bulunuyor. Bu kritik dönemeçte, Hakan Fidan’ın Brüksel’de yaptığı çıkış, yalnızca Türkiye’nin değil, tüm Avrupa coğrafyasının sinir uçlarına dokunan bir gerçeği yeniden görünür kıldı: Güney Kıbrıs Rum Kesimi, AB üyeliğini Türkiye’ye karşı bir baskı ve şantaj aracına dönüştürmekte ısrar ediyor.
Bugün Avrupa’nın Güney Kıbrıs’tan “şikâyetçi” olmasının temel nedeni, Ada’daki çözüm sürecinin ötesinde, doğrudan jeopolitik rasyonaliteyle ilgilidir.
Avrupa Birliği, 400 milyondan fazla insanını ilgilendiren enerji, ticaret, göç, güvenlik ve Doğu Akdeniz’de iş birliği gibi devasa sinerji alanlarının, 1 milyonluk bir nüfusun taktiksel siyasi kaprisleri nedeniyle bloke edilmesinden duyduğu rahatsızlığı artık gizlemiyor.
Doğu Akdeniz; enerji hatları açısından Avrupa’nın geleceğini şekillendirecek en stratejik merkezlerden biri. Türkiye ve AB’nin dahil olduğu her ortaklık tasarımı, bu havzanın refaha, istikrara ve barışa açılan kapı olması potansiyelini taşıyor.
Ancak Güney Kıbrıs’ın, Türkiye’nin AB müzakerelerini rehin alan pozisyonu, bu potansiyeli çarpık bir denklem içine hapsediyor. Birlik içinde bile bu durumun dengesizliği yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. Çünkü AB, artık Ada siyasetinin değil, 400 milyonluk birliğinin çıkarlarının blokajdan kurtarılması gerektiğinin farkında.
Rum liderin açıklamalarına bakıldığında ise tablo daha da berraklaşıyor. Hristodilis’in Türkiye’ye yönelik “Kıbrıs’ta ilerleme olursa AB sürecini destekleriz” söylemi, ilk bakışta yapıcı bir diplomasi dili gibi sunulsa da, aslında alt metni net bir şantaj siyasetidir.
Rehin alınmış her diplomatik süreç, belirsizlik üretir; belirsizlik ise yalnızca Türkiye’yi değil, tüm Avrupa’nın bölgesel stratejik planlamasını yorar.
Güney Kıbrıs, coğrafi ve demografik küçüklüğünü elbette siyasi bir avantaja dönüştürme hakkına sahip olabilir. Ancak bu avantajı, 400 milyonluk birliğin geleceğini belirleyecek alanlarda sürekli bir “veto oyuncağı” gibi kullanmak, demokratik temsiliyetin sınırlarını zorlayan bir tutumdur. Dünyayı tedirgin eden de işte bu ısrardır.
Çünkü bu ısrar, uluslararası sistemde “küçük ama yapıcı aktör” olma rolünü değil, “küçük ama kilitleyen aktör” olma imajını güçlendiriyor. Bizden söylemesi…