Geçen hafta alanımla ilgili bir kongreye katıldığım için yazılarıma bir hafta ara verdim. Zaten seçimin toz dumanı içinde bir psikologun söyledikleri büyük bir ihtimalle güme gidecekti. Bunun ötesinde memleketten birkaç günlüğüne bile olsa uzaklaşmak çok ama çok iyi geldi. Seçim kampanyalarında kim ne dedi, son anketler kimi işaret etti ilgilenmedim. İlgilenmek de istemedim.
Seçimle ilgilenmeyenin yalnızca ben olmadığımı seçime katılım oranları açıklanınca gördüm. Yüksek Seçim Kurulu’nun açıkladığı rakam hiç de azımsanamayacak bir düzeydeydi: 38 bin 778 kişi. Neredeyse oy kullanma hakkına sahip her dört kişiden biri sandığa gitmemişti. Tabii ki gitmeme nedenleri farklılaşabilirdi. Belki yurtdışındaydı, belki hastaydı, belki çok daha önemli bir işi çıkmıştı sandığa gitmeyenlerin. Ancak belirli bir kesimin seçimi boykot edeceği biliniyordu. Bu kesime oyunu hak edecek birini bulamayanlar da eklenince aslında memleketteki sistemden ümidini kesmiş çok sayıda insan olduğu gerçeğiyle yüz yüze kalındı.
Bu insanlar geri kalan popülâsyonun seçim sürecinde yaşadıkları duygulanımları büyük ihtimalle yaşamadı. Hayat onlar için seçim öncesi ve seçim sonrası diye ayrılmadı. Ne seçim vaatlerini dinlediler ne de seçim vaatlerinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini beklemeye koyuldular. Bu insanlar belki “çaresizliği öğrenen” insanlardı, belki de çarenin seçim olmadığını öğrenen insanlar.
Diğer yandan her dört kişiden üçü seçime entegre oldu. Neredeyse tüm dost meclisleri seçimle açıldı ve seçimle kapandı. Birçok özel ve kamusal sorun seçim sonrası çıkartılmak üzere derin dondurucuya kondu (bkz. “Seçimin Gölgesinde Hayatlar” başlıklı yazım). Diyalog gibi görünen birçok konuşmanın aslında monolog olduğu görüldü. İdealizm denilen kavramın onu yaşatmaya çalışan bir azınlık haricinde artık bu topraklardaki insanların zihinlerinde yaşamadığı bir kez daha ve çok net biçimde anlaşıldı. Bol keseden seçim vaatleri verildi, bunlar coşkuyla dinlendi ve şimdi de bunların ne kadarının gerçekleşip gerçekleşmeyeceği beklenmeye başlandı. Bu insanlar belki “ümitli olmayı öğrenen” insanlardı, belki de tek çareyi birilerini seçmek ama ne olursa olsun seçmek olduğunu öğrenen insanlar.
Bu son kategorideki insanlar için bir de şu soruyu sormak gerek: “Hayattan seçimi çıkarırsan ne kalır?” Cevap her şey olabilir ama şu olmamalıdır: “Bir sonraki seçime kadar sıfır”. Diyeceğim şu ki hayat, hayatlarımız iki seçim arasına sıkıştırılmış ve vaatlerin gerçekleşmesini beklemekle sınırlı değildir ve olmamalıdır. Seçilenler her şeye kadir üst-insanlar değillerdir ve oldurulmamalıdırlar. Müzakereciyi seçtik iyi tamam da Kıbrıs sorunu diğer tüm sorunlarımızı yutan bir üst-sorun değildir ve olmamalıdır. Diyeceğim şu ki hayat, hayatlarımız seçimlerle ve seçtiklerimizle şekillenecek kumdan kaleler değildir ve olmamalıdır.
Çınarlılılar İpsaro tepeleri için, Çamlıbelliler belediyeleri için, Akademi öğrencileri okulları için direnirken bizlere şunu öğrettiler ve öğretiyorlar: Hayatınızı değiştirmeye yaşadığınız yerden başlayın. Sorunları ve çözümlerini sizden yukarılarda bir yerlerde aramayın. Herkes evinin önünü temiz tutarsa belki bir gün orayı temizlemek için para alan bir belediyeye de ihtiyaç kalmaz.