Yorucu ve yoğun bir haftaydı. Haber açısından tabi ki. Gündemde o kadar çok haber vardı ki, hepsi, birbirinin üzerine çıktı. Geldi Ergenekon da başa oturdu. Bir yanda Kıbrıs’taki gelişmeler, öte yanda Türkiye’deki Ergenekon dalgası.
Ülkeye ayak bastığı günden beri tartışılan Mustafa Özbek, 11’inci dalgaya kapıldı. Bu nedenle de gözler bir kez daha KKTC’ye çevrildi.
Peki neden?
Çünkü Mustafa Özbek, gücüyle(!) KKTC’nin içişlerine çok etkili bir şekilde müdahale etmeye çalıştı. Özellikle televizyonu ve sendikanın parasıyla. Bir kesimin müthiş sempatisiyle ülkede boy gösteren Özbek, önemli bir kesimin de nefretini kazandı. Özellikle Annan Planı’yla ilgili tartışmalarda, plana “evet” diyenleri “vatan haini” edebiyatıyla karşı karşıya bırakma gayretlerinde, hep ön sıralarda yer alırken, “hayırcı” kesim ve Rauf Denktaş ile dirsek temasını hiç kesmedi. Doğal olarak da tutuklanması KKTC gündeminde önemli bir yer işgal etti.
Ergenekon dalgaları KKTC’ye ulaşır mı, ulaşmaz mı bilmiyorum. Ancak, Özbek’in tutuklanmasıyla, gündemimize iyice girdi. Çünkü Mustafa Özbek ayrıca, ülkede milyonlarca TL’lik mal varlığına da sahip. Bu mal varlığını nasıl elde ettiği sorulacak elbet. Veya öyle yapılması gerekir.
Bana göre ne seçimler, ne de sonrasında Ergenekon konusunda KKTC’de ciddi adımlar beklenmemeli. Çünkü burada bu konuda soruşturma yapacak birimler (veya irade) yok. Hem yok, hem de ülkedeki yönetici erkin araştırma yapma şansı (erki) yok.
Bu konuda soruşturma yapması gereken birimin polis olduğu ortada, Peki polis sivil otoriteye mi bağlı? “Hayır”. Polisin bağlı olduğu otoritenin ülkede Ergenekon soruşturması konusunda adım atmaya niyeti var mı? “Bilmiyoruz” ama görünüşte bu sorununun cevabı da “Hayır”.
Hayırda “hayır” vardır deyip geçelim mi?
Neyse biz sandıktan oylarımızla çıkardığımız sivil otoriteyi ülkenin kaynaklarını emanet ettikleri isimleri daha iyi seçmeleri konusunda uyaralım. En azından bu tür isimlere karşı daha şüpheci olmaları gerektiği gün gibi ortada.
Doktorumu istiyorum
Efendim, seçim dönemi gene geldi çattı. Partiler popüler adayların peşine düştü. Düştü derken, öyle İtalya’da Berlusconi’nin yaptığı gibi birbirinden güzel popüler yıldızlar, mankenler arayışı değil bu. Daha çok kelli felli, göbekli kişilerden söz ediyoruz. Kadın adaylar konusunu başka yazımızda ele alma sözü vererek, tıp doktoru adaylardan söz edelim.
Oldum olası tıp doktorlarının siyasetin içinde ne işleri olduğunu sorar dururum, bunu saflık olarak da değerlendirebilirsiniz, bir itirazım yok. Birçok siyasetçi doktor tanıdığım, saygı duyduğum insan var. İyi niyetlerinden de hiç şüphem yok. Yok da bunların siyasette bulunmalarına da gerek yok.
Partiler tembellik yapıp, aday arayışları listelerinde ilk sıraya tıp doktorlarını yerleştiriyor.
Peki neden?
Çünkü, tıp doktorlarının tanıtılmasına ihtiyaç yok. Adamlar veya kadınlar zaten meslekleri itibarıyla yeterince tanınmış durumda. İnsanlarımız, hayatlarını emanet ettikleri bu isimlere tabi ki oylarını da rahatlıkla emanet edebilirler. Bir tıp doktorunun siyasetten, ülke yönetiminden anlayıp anlamadığını sorgulama gibi bir düşünceye de sahip olmadan hem de.
Zaten anlayış olarak ülkede herkes üç şeyi çok iyi bilir. Birincisi siyaset, ikincisi gazetecilik, üçüncüsü de futbol. Bu nedenle tıp doktorları da siyaseti bildiklerini iddia edebilirler. Ama insan vücudunu bildikleri gibi mi? “Evet”, diyen yalan söyler.
“Herkes her işi yapabilseydi, meslekler doğmazdı” diyor sosyoloji bilimi. Yani tıp doktoru, sağlık konusunda uzmanlaşmıştır, siyaset konusunda değil. Eğer doktorlarımız, siyasete meraklı ise o zaman doktorluğu bırakıp, tamamen buna yönelsinler. Nitekim, bu şekilde davranan isimler olduğunu da biliyoruz. İlk aklıma gelen de Derviş Eroğlu.
Ama sabah Meclis’te siyaset yapan, öğleden sonra hastanede veya klinikte sağlık hizmeti dağıtan sadece kendini kandırır. İkisinden birini veya her ikisini de eksik yapar, yanlış yapar. Siyasette yanlışın etkisi belki kaldırılır da sağlıkta yanlışın etkisi mezarda biter.
Full time siyaset sürekli araştırma, çaba içinde olmayı, vatandaşla bir arada bulunmayı gerektirir. Full time doktorluk ise her gün gelişen tıbbın yeniliklerine açık olmayı, mesleki konferanslara katılmayı, hastaların durumlarıyla ilgili gece gündüz kafa yormayı gerektirir. Yani en azından ben öyle olması fikrindeyim.
Uzun lafın kısası, parti başkanlarına bu dönem doktorlarımızı bize bırakmaları çağrısında bulunuyorum. Vatandaşa da, “eğer doktorunuzdan memnun iseniz ve halka şifa dağıtmaya devam etmesini istiyorsanız, ona oy vermeyiniz, seçilmesini değil, seçilmemesini sağlayınız” diyorum.