Değerli yazar Latife Tekin Girne Belediyesinin 22-29 Nisan arasında düzenlediği Kitap ve Kültür Günleri’nin konuğuydu. Kıbrıslı edebiyatseverler Girne Belediyesi Sanat Galerisi’nde hem yazar Latife Tekin’in söyleşisine katılma hem de kitaplarını imzalattırma olanağını buldular.
Şair Latife Tekin 1957 Kayseri doğumlu. Dokuz yaşında ailesi ile birlikte İstanbul’a geliyor. Türkçenin yarına kalacak büyülü mirası olarak nitelenen romanları birçok dile çevriliyor. Sevgili Arsız Ölüm (1983), Berci Kristin Çöp Masalları (1984), Gece Dersleri (1986), Buzdan Kılıçlar (1989), Aşk İşaretleri (1995), Ormanda Ölüm Yokmuş (2001), Unutma Bahçesi (2004, Sedat Simavi Ödülü), Muinar (2006), Rüyalar ve Uyanışlar Defteri (2009), Manves City (2018), Sürüklenme (2018) isimli kitapları yazıyor.
Değerli yazar Kıbrıslı okuyucuları için sorularımızı cevapladı.
Z.Y. Sevgili Latife Tekin, Girne Belediyesi Kitap Günleri kapsamında Kıbrıslı okuyucuyla buluştunuz. Öncelikle sizin gibi değerli bir yazarı Kıbrıs’ta görmekten duyduğumuz sevinci belirtmek isterim. Hoş geldiniz.
L.T. Ben de teşekkür ederim. Hoş bulduk.
Z.Y. Kitaplarınızda yoksulların çığlığı oluyorsunuz. Edebiyatınız halka hitap ediyor. Yoksulluk edebiyatı yapmadan yoksulları anlatan bir yazarsınız. Ancak ikisi arasında çok ince bir sınır var. Bu sınırı ne belirliyor?
L.T. Evet, yoksullar hakkında yazmak gerçekten çok zor. Yani onları incitmeden yazmak kolay değil. Ben seçimimi yaptım. Bir sınırda, bir ara yerde durmuyorum. Tam olarak yoksulların yanında hissediyorum kendimi. Ve onların tarafına geçerek yazıyorum. Yoksullar kendileri hakkında pek fazla felsefe yapan, kavramlarla yoksulluk meselesini konuşan tartışan insanlar değiller. O anlamda dilsizler. İlk yıllarda söylediğim gibi onların sessizliğini dile çeviriyorum. Aslında bir çeşit çevirmenim de dediğim zamanlar oldu. Ama sonra vazgeçtim. Çünkü onlar kendileri hakkında çeviri yapılmasını istiyorlar mı ondan da çok emin değilim. Yani ben yoksulların yanında değilsem, hep kendimi gurbette hissederim. Yani yoksulların yanında olmak evimde olmak gibi. Ben o insanların arasında büyüdüm. O yüzden bütün kalbimle onların yanında yer aldığımı hissediyorum. Bunu hissettiğimde; yoksulluk duygusunu koruyarak yazdığımda, yoksulluk edebiyatı yapmadığımı ve tam olarak yazdığım şeyin kendisi olduğumu hissediyorum.
Z.Y. Bence içlerine girerek gözlemleyerek yazıyorsunuz bunu. Çünkü sanıyorum ki bir romanınızı yazarken en az 15 gün birlikte vakit geçirip ortamın sorunlarına tamamen dahil olup o şekilde yazdınız.
L.T. Yoksullarla bağım her zaman sürdü. Çocukluğum köyde geçti ve köyde yoksulluk çok da fazla hissedilen bir şey değil. Asıl büyük kente göçüldüğü zaman, o doğadan kopup hayatta var olmayı öğrenmeye başladığımda, çocuk dünyasından kopup kente geldiğimde o kayıpla başladı yoksulluk. Büyük geçmişi geride bırakmakla, o yitimle beraber, kentte daha çok hissettim. Gençlik yıllarım da, ilk gençliğim, çocukluğum da bu duygularla dolu. Ama daha sonra dili kullanarak estetik bir form yaratma işi ile uğraşmaya başladım. Dünyada yazarak var olan kadın yazarlardan biriyim ve bu çok özel bir deneyim. Kendime tabi ki artık yoksul diyemem ama yoksulluk duygumu koruyarak yazmaya çalışıyorum. Zihnim kalbim hep onların yanında zaten ve bağımı koparmadım. Ama ara ara doğrudan yoksulluk yazmaktan biraz kalemi çekip yüzümü doğaya döndüğüm zamanlar da oldu. Yoksulların dünyasını anlatabilmek için on beş gün yetmez, onların dünyasını anlatabilmek için hep yanlarında olmak gerekir. Yani misafirliğe gidip bir süre kalıp onların hikayelerini dinleyerek yazmıyorum. Zaten hep zihnim ve aklım orada.
Onların gündelik olarak dili nasıl kurduklarını, nasıl yaşadıklarını, neyi nasıl anlattıklarını anlamak ve bütün bu ülkede ve dünyada olup biten şeylerin onların diline nasıl yansıdığını görmek ve daha canlı bir temas kurmak üzere de gidip onlarla kalıyorum. Ama kendimi iyi hissettiğim için, hissetmek için de giderim. Yani evimde hissetmek için de. O yüzden böyle geçici on beş günlük yirmi günlük değil, hep yanlarında hissediyorum.
Z.Y. Bize biraz Sevgili Arsız Ölüm’ün yazılma sürecinden bahsedebilir misiniz? Bununla ilgili olan sonraki sorumu da hemen eklemek istiyorum; Berci Kristin Çöp Masalları bitmiş olmasına rağmen yayınevinde bir yıl bekliyor. Sevgili Arsız Ölüm yayınlanıyor. Sebebini okuyucularımıza açıklayabilir misiniz?
L.T. Sevgili Arsız Ölüm’ü 12 Eylül’den hemen sonra yazmaya başladım. Çok gençtim ve edebiyat dünyasının doğrudan içinden gelmiyordum. Televizyon, elektrik bile bizim çocukluğumuzda yoktu. O yüzden biz ağırlıklı olarak kitap okuyarak büyümüş, edebiyat dünyasının içinde olmasak bile yazıyla kitaplarla iç içe, koyun koyuna olmuş bir kuşağız. Edebiyat dünyasının doğruca içinden gelmiyordum ama bizim kuşak çok genç politize olmuş bir kuşak olduğu için politik hareketin içindeydim. Deneyimlerim çok farklıydı.
İlk başlarda çok zorlandım sonra çok kısa bir sürede esreyerek, savrularak, ağlayarak, gülerek Sevgili Arsız Ölüm’ü yazdım. Hep bu kitabımla ilgili olarak söylediğim bir şey vardır: Gövdemden bir ateş geçti ve ben bu kitabı yazdım. O ateşle kaldım çarpıldım derim.
Z.Y. Şiir gibi bu kısmı.
L.T. Sevgili Arsız Ölümü yayınevine verdiğimde Mehmet Fuat ikinci kitabımı yazmamı söyledi ve bu kitap bitene kadar Sevgili Arsız Ölüm’ü yayınevinde bekletti. Çok gençsin elin tutulur, elin bağlanır sen ikinci kitabını da yaz, sonra basayım ben bu ilk kitabını, kitabın çok ilgi uyandıracak, dedi. Ben Berci Kristin Çöp Masalları’nı yazdıktan sonra yayınevinde beklemekte olan Sevgili Arsız Ölüm yayınlandı. Çünkü sevgili Mehmet Fuat Berci Kristin’i bitirmemi istiyordu. İlk kitabım çıktıktan bir yıl sonra yayınlanan Berci Kristin Çöp Masalları bu kitabın bir yılda yazıldığı şeklinde yanlış bir düşünce oluşturdu insanlarda. Oysa yazılıp bitmiş olmasına rağmen beklemiş bir romandır Berci Kristin.
Z.Y. Kitaplarınız ortaya çıktığında aldığınız mutluluğu tahmin edebiliyorum. Ancak biz okuyucularınızın da okumaktan aldığı haz inkâr edilemez. Berci Kristin Çöp Masalları en çok etkilendiğim kitaplarınızdan. Her ne kadar siz eserlerinizin toplumsal ya da büyülü gerçeklik taşıyan yapıtlar şeklinde kategorize edilmesini sevmeseniz de macera tadında, mizahi unsurlar barındıran toplumsal bir yapıt. Yaşam mücadelesi veren gecekondu mahallesi kadınlarının destanı bir bakıma. Bu eseri çok severek okuduğum için sormak istiyorum. Hiç “Keşke Berci Kristin Çöp Masalları’nı akışını bilmeden okuyucunun heyecanıyla okuyabilseydim” diye düşündüğünüz oldu mu?
L.T. Evet,
Z.Y. Çok sevindim böyle düşündüğünüze.
L.T. Evet, sadece Berci Kristin için değil diğer yapıtlarım için de geçerli bu istek. Hep şunu söylerim, başka edebiyatçılar yazarlar da sözü devralıp, onlar da kullandılar. Ben okumak istediğim kitabı yazıyorum ama onu bir okur olarak okuyamıyorum. Bu da yazar olmanın herhalde en hüzünlü yanlarından biri. Kendi kitabımı hiç okur gibi okuyamayacağım. Hiçbir yazar öyle okuyamıyor kendi kitabını. Evet bütün kitaplarımı öyle okumak isterdim.
Z.Y. Soruyu bir de şu yönüyle sormak istiyorum. Kahramanlarınızın Unamuno’nun Sis’indeki gibi sizin yazdıklarınızın dışına çıkarak sizi şaşırtmaları da mümkün. Yazarken bir sonraki paragrafı bilmediğinizi ve kahramanların yazıyı sürüklediğini varsayarsak okuyucuyla aynı heyecanı yaşıyorsunuz da diyebilir miyiz? Bu şekilde eseriniz var mı?
L.T. Bütün kitaplarımda aslında böyle bir heyecan yaşıyorum. Çünkü bana yabanıl olan bir alana girmeyi seviyorum. Yani daha önce pek üstünde düşünülmemiş, girilmemiş, gidilmemiş bir yoldan gitmek. Hep söylediğim bir şey var: Bir masal vardır, üç kardeş masalı; üç kardeş altın bülbülü getirmek için yola çıkarlar, birisi kuru yolda gider, birisi yarı bataklık yoldan, birisi tam batak yoldan. Ama altın bülbülü getiren en gidilmeyen, aklın gitme dediği yere giden kardeştir ve ben onunla çok büyülendim, derim hep. Ben en gidilmeyecek yerlere gidip oradan altın bülbülü, sihirli kitabı getirmek isterim. Başta kendim için tabii ki. Ben bir kitabı yazıp bitirdiğimde tam da o kitabı yazabilecek bilgiye sahip oluyorum ama artık kitap bitmiş oluyor. Çünkü ben kendimi tamamen o yazma serüvenine bırakıyorum. Yazmanın da bilinemez bir yanı var aslında, kitap okumanın da. Tam da bilemediğiniz sırlarla dolu şeyler. Yazar bir kitabı yazmaya karar verdiği zaman onun hakkındaki her şeyi bilmesine imkân yok. Benim de böyle kahramanlarım var. Hatta bütün kahramanlarım neredeyse öyle. Bir süre sonra kahramanlarımdan onları nasıl yazacağımı öğrenirim. Kendilerini yazdırtırlar ve hiç tasarlamadığım bir biçimde yol alırlar. O açıdan akşamdan aldığım notları bazen yırtarım ki sabah yepyeni cümleler ve hiç aklımda olmayan şeylerle uyanayım. Ve önceden aldığım notlarla kendimi veya kahramanlarımı bağlamayayım. Bakalım onlar sabah bana ne söyleyecekler, hangi cümleyi kuracaklar, nereye gidecekler diye düşünürüm.
Z.Y. Kahramanlar sürüklüyor demek ki.
L.T. Evet sürüklüyor ama bir yazar kendini tümüyle bütün kahramanlarının sürükleme macerasına bırakamaz. O zaman uçuşup gider bütün sözcükler. Ayakta kalabilecek, yaşayabilecek, okura ulaşabilecek ve onun zihninde canlanabilecek estetik bir form bir metin yazabilmek, çok yönlü hesap yapmayı da gerektiriyor. Ama bu hesaplardan bir tanesi de o hesapları yaparken kahramanları boğmamak ve onların kendi uçuşmasına izin vermek. Yani kendi imgelerini kurmalarına izin vermesi gerekiyor yazarların. Ya da iyi bir yazarın böyle yapması gerekir.
Z.Y. İzin verirseniz Berci Kristin Çöp Masalları’na geri döneyim. Bu kitabın okuyucusu çok sürükleyici bir akışla karşı karşıya kalıyor. Hep bir merak unsuru var. Bir şekilde her paragrafında yeni bir düğüm noktası oluyor. Biz roman yazma seminerlerinde birinci ve ikinci düğüm, yükseliş çözüm sonuç gibi kısımların olduğunu öğrendik. Fakat Berci Kristin Çöp Masalları’nda sürekli düğüm, düğüm, düğüm olarak devam ediyor. Kitabı koparmak mümkün olmuyor ve bitirdikten sonra tekrar tekrar okuma ihtiyacı hissediyor okuyucu. Tabii bu kadar çok düğümlerin olduğu kurguya bir de tanrısal deux ex machine gerekiyor ve siz bunu kullanıyorsunuz. Mistik öğeler oluşuyor burada, belki de eserlerinizi yorumlayanların büyülü gerçeklik dedikleri şey de olaya katılmış oluyor. Destansı diyorum o yüzden Berci Kristin Çöp Masalları’na. Bana katılıyor musunuz bu konuda? Böyle diyebilir miyiz?
L.T. Ben editörüm Mehmet Fuat’ı hatırladım bu sorunuzda. Mehmet abi çok severdi Berci Kristin’i. Ve gözleri dolardı bazen Berci Kristin’den söz ederken. O da İlk okumasında bazı yerlerinde notlar yazmıştı. Ben bir söyleşim sırasında onları sergiledim. Mehmet abinin notları hala duruyor arşivimde. Masal değil de destan yazıyorsunuz diye bir notu vardır. Berci Kristin’i yazarken o kadar büyük kalabalıklar gecekondu mahallelerinde oturuyor ki. istanbul'un % 50 si Ankara’nın % 60’ı gecekondu neredeyse.
Z.Y. Ve her birinin ayrı düğümü var.
L.T. Ve mahalleler hakkında çok az metin yazılmıştı o zamanlar. Yıldızsız daldım karanlığa derim. Önüme koyup, okuyup daha önce şöyle yazılmış bu insanlar, daha nasıl anlatırım filan gibi yıldız edinip, yol haritası çizeceğim yazılı edebiyat metinleri yoktu. Sinemada da ağırlık olarak çok azdı. O yüzden ben kentleşme metinleri okuyarak, çöp meselesini anlamaya çalışarak, yapılaşma üstünden bir sürü şey düşünerek kurdum Berci Kristin’i. Ama işte dediğim gibi yazarken her şeyin planını yapamıyoruz ve orada hiç aklımızda olmayan başka kahramanlar da ortaya çıkıyor.
Z.Y. Onlar bence gerçekten sürüklüyor metni.
L.T. Ama temel şeyler vardı. Berci Kristin hiç mahalleden dışarı çıkmamış kadınların gözüyle yazılmış, mesela buna karar vermiştim. Yani hiç kenti görmemiş ve gecekondu mahallesinin içinde yaşayan kadınlar. O anlamıyla dişi bir metin Berci Kristin. Aynı zamanda Berci Kristin’deki gecekonduları, o ilk evleri kuran insanlar, o evleri geçici olarak kuruyorlar. Eğer yerleşme izni çıkarsa gerçek evlerini yapacaklar. O anlamda ev duası gibi o ilk gecekondular. Geçmişte köylerinde bıraktıkları evleri sayıklayan evler aslında. Kendilerine ev kurmak istiyorlar, geldikleri o büyük şehirlerde. Evi sayıklayan evleri anlattığım bir hikâye. Ben de romanı sayıklayan bir roman olsun Berci Kristin ama roman olmasın tam da romanı sayıklasın, roman dileği gibi olsun istedim. Kendimce o yaşlarda böyle şeyler hayal etmiştim ve hissettiğim şey işte Berci Kristin.
Z.Y. Yüreğimize işleyen bir roman oldu. Ve şu andaki yürütücüsü olduğum Turkuaz kitap kulübünde de bunu okuyoruz. Çok güzel denk geldi.
L.T. Selam söylemiş olayım buradan kendilerine.
Z.Y. Çok teşekkür ederim. Büyük bir sevinçle ileteceğim arkadaşlarıma. Bir söyleşinizde özellikle çevrenin korunması ile ilgili olarak edebiyatçılar göreve diyorsunuz. Edebiyatçılar çevre ve doğa için neler yapabilir?
L.T. Çok şey yapabilir ve çok şey yapıyorlar aslında. Yani aslında doğaya ilk işaret edenler sanatçılar ve edebiyatçılar. Her zaman doğa var bizim edebiyatımızda. Yaşar Kemal’de de var doğa, geriye doğru gidersek geleneksel edebiyatta da. Yani edebiyatçılar için bütün o betimlemeler doğa. Örneğin sabah dediğimizde de, gece dediğimizde de, yıldızlar dediğimizde de doğadan söz ediyoruz. İnsanlardan, hayvanlardan söz eden kimse doğadan söz ediyor aslında. Ama bütün bu kentleşme problemiyle romanın kendisi kent ve birey çatışması. Büyük kalabalıklar ve birey çatışması ve onun dramatik macerası üzerine kurulu kentli bir form aslında, ister istemez. İnsan ilişkileri çok başka bir şey, bireyselleşme çok başka.
Özellikle bizim ülkemizde ciddi bir biçimde doğaya saldırı söz konusu ve her gün neredeyse bunu konuşmaya başladık artık. Ben, başı karlı yüce dağlar diye türkü yakmış insanların çocukları dağların başını kırıyor, diyorum. Boynundan uçuruyorlar dağları. Dağlarımız kırık kırık ve bu bana çok sarsıcı geliyor dağlara baktığım zaman. O türküleri dinleyerek büyümüş insanların o dağları o hale getirmesi, ormanları ağaçları nehirleri kirletmesi, ağaçları yok etmesi çok acı ve hüzünlü geliyor. Eski kuşakları düşündüğüm zaman; onlar bize suları denizleri nehirleri temiz bıraktılar. Ama biz çocuklarımıza onlardan devraldığımız şeyi temiz bırakamıyoruz. Bizim ülkemizde çok şiddetli bir doğa katliamı var. Ama dünyada da böyle. Dünyadaki politik hareket, genç kuşakların politik duyarlılığı, doğayı koruma meselesini en temel meselelerden biri olarak ortaya çıkarıyor. Edebiyatçılar bence yapılması gereken şeyi yapıyorlar zaten diye düşünüyorum.
Z.Y. Yazmak için bir derdin, meselenin olması gerekiyor. Her şey yolunda giderken yazmak kolay değil. Doğa saldırıya uğradığı için siz doğayı yazıyorsunuz.
L.T. Sadece doğa değil insan da öyle. Bir derdimiz dediğim şey aslında Pelin Özer’in benimle 3 yıl çalışarak yazdığı Latife Tekin kitabından bir alıntı bu. Aslı uzun bir metin, tabii bu tanım eksik o yüzden. Yardımcı ders kitabı olarak kullanılan bir kitap.
Z.Y. Ben de okumak isterim. Not alıyorum okuma listeme.
L.T. Bir derdin olması derken, farklı bir şeyden bahsediyorum. Kişisel bir kopuş. Bazı insanlar yoksul ya da zengin hayata kapılarak yaşarlar ve bütünden kopmamışlardır. Bir birlik halindedirler. Çocukluk ışıklarını kaybetmeden büyüyüp giderler, yaşlanırlar. Ama bazı insanlarda bir kırılma yaşanıyor. Evin dilinden kopmak ya da o ışığı kaybetmek, o masumiyet duygusunu kaybetmek. Büyüklerin diline çarparak dünyayla aramıza giren bir mesafe, bu uzaklığın ortaya çıkması. Seyirci konumuna düşmek derim ben buna hep. Yani başka bir hayatı seyreder gibi dışında kalmak. Bu çok büyük bir dert. Ve ben çok erken bir yaşta böyle bir kopuş yaşadım. Evin dilinden koptum yani kardeşlerim dili ev içi bir iletişim aracı gibi kullanarak hayata kapılarak yaşarken ben bir anda bu kopuşu yaşadım. Bu bir anda deryanın dışına çıkmak gibi. Yani bir kırılma yaşayabilirsiniz ve artık hiçbir şeyi eskisi gibi göremezsiniz, bakamazsınız. Bu bence başka bir ayrım. Ondan sonra politik olursunuz, olmazsınız, psikoza gidebilirsiniz, delirebilirsiniz, başka şeyler olabilir. Ama en büyük dert bence hayata kapılarak yaşayamayacak bu konuma, bir kırılmaya uğramak. Örneğin bir kadın sevgilisinin kendisini aldattığını öğrendiği zaman da dünya kırılabilir. Ya da babasının onu sevmediğini, evlatlık alındığını öğrendiği zaman mesela, hayatı değişebilir. O bütünlük duygusunu kaybetmek her şeyi ile bir olma halinin kaybolması, yalnızlaşma, evren ve dünya karşısında yalnızlaşma, böyle bir dertten söz ediyordum ben. İnsanı böyle şeyler yazmaya yönlendirir.
Z.Y. Kadın edebiyatçı ve yazar olmak nasıl bir şey. Tüm vaktini yazma uğraşına ayıramamak sorunu dışında kadın bir yazarın karşılaşacağı zorluklardan bahsedebilir misiniz?
L.T. En büyük zorluk aslında dilin kendisinde. Çünkü yoksullar gibi kadınların da dilsiz olduklarını düşünüyorum ben. Kadınlar erkeklerin kullandığı dili - Türkçeden söz ediyorum- öğrenip, çeviri yapıyorlar. Çeviri yapıyorlar çünkü erkeklerle kadınların konuşması bile neredeyse mümkün değil, yani o kadar farklı var oluyorlar dünyada. Kadınlar da dilsiz. En büyük mesele bir kadın yazmak istediği zaman dille, dilin kendisiyle, dilin kimyası dahil, çok ciddi bir hesaplaşma yaşamak zorunda kalıyor. Diyelim ki bir kurgu örneğin tanrısal yazar olmak, yani kahramanlarına roller verip, onları yönetmek. Kadınlar dünyada böyle bir duyguyla var olmadığı için ve dilsiz oldukları için bu erkek dilini çeviri yapıyorlar, o kültürün kendisi erkek çünkü. Kadınların tarihi, geçmişe doğru gittiğimizde kayıp. Kadınlar oluşturmadı bütün tarihsel metinleri, kadınlar vardı fakat dilsizlerdi. Yani erkek egemen dünyada yaşadığımız için her zaman dilin kendisi bizim için bir problem oldu. Çok basit bir örnek veriyorum. Mesela yoksulluğa düşülür, zenginliğe çıkılır. Bu dili kim kurdu, yani niçin? Bu hiyerarşik bir dildir, kadını aşağılayan bir dildir, bu yoksulları aşağılayan bir kurgudur. Bütün bunların sökülmesi gerekir. Yani sökülmesi ve dile karşı bu kurguya karşı çok büyük bir uyanıklık gerekir. O zaman niçin benim anlatılarımın formu öyle? Niçin sonuç gelişme yok? Çünkü o aslında öğrenilmiş bir formdur, erkek formudur yani. Romanda da kadın edebiyatçılar yazmaya başladıktan sonra formlar değişti. Bugünkü yeni ve taze edebiyatta kadınların sadece Türkiye'de değil bütün dünyada kalemi ellerine almalarına çok şey borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Formu değiştirdiler. Yazma formunu o hiyerarşik yapıdan çıkartıp yazdı kadınlar. Ya da diyelim ki cinsel kimlik olarak erkek kimliğine karşı bir yerde durup başka bir duyarlıkla yazmaya çalışan insanlar. En zor tarafı da dili sökmek, önce dili söküp yeniden kurması gerekiyor bir kadın yazarın. İşte kadın dediğimiz kendini dilsiz ve dişi olarak tanımlayan edebiyatçılar için söyleyelim.
Z.Y. Çok teşekkür ediyorum. Sizce yazarın kendini özgürleştirmesi nasıl gerçekleşir?
L.T. Okur baskısından, her anlamda, toplumsal olarak. Ben mesela kadınların oto sansürle karşı karşıya olduklarını düşünüyorum. Özellikle kadınlar her tür kişisel şeyi yazdıklarında utandırılırlar. Yani utandırarak pasifize etmeye çalışır toplum. Kadın nasıl ev içinde özgürleşmek için mücadele veriyorsa, kadın edebiyatçı da kültür dünyasında özgürleşmeye çalışır. Bir kere beklentiler oluşur, yani bir politik hareketin içindeyseniz o politik hareketin onay vermediği şeyi yazmamak. Kendine sansür uygulamak. Ya da onlarla çatışmayı göze alarak yazmak. Ya da okur baskısı, yani okur ne der, okur anlar mı, ama okur kim? Yani büyük okur kalabalığı kim? Biz tanımıyoruz okurun kim olduğunu. Yani bazı okurlarımızla tanışma imkânımız var ama okur baskısı, başarı ya da çok satma arzusu bütün bunlar büyük handikaplar. Bir yazarın bütün bunlardan özgürleşip kendi yazı macerasını kurabilmesi, hele bir kadın yazarın hiç kolay değil. Roman yazmak için çok zamana ihtiyaç var. Ekonomik olarak da o zamanını yazı yazarak geçirebilmen için paranın olması lazım. Ya da kurulu bir düzenin, sana bakan insanların olması gerekiyor. O yüzden yoksulların arasından yazı yazan kadın çok az çıkıyor.
Z.Y. Çünkü hayat mücadelesi veriyorlar
L.T. Bırakalım yazmayı hayat mücadelesinden kitap bile okuyamıyorlar. Bütün bunlardan özgürleşmek ve yazmaya devam edebilmek çok zorlu bir mücadele.
Z.Y. Bize biraz Gümüşlük Akademisi’nden bahsedebilir misiniz? Gümüşlük Akademisinin misyonu nedir? Yazma yolculuğuna çıkmış arkadaşlara öncelikle hangi eğitimlerden geçmesini önerirsiniz?
L.T. Gümüşlük akademisi 27 yıllık bir vakıf. Oldukça eski, bizim ülkemizin ilk açık alanlarından bir tanesi. Kurucu başkanımız Ahmet Filmar. Ahmet Türkiye’deki Yeşil Parti’nin bölgedeki kurucularından. O hareket kapandıktan sonra ortaya çıkmış çevre doğa korumacılığından el almış bir şey. Bir düşünce çiftliği kurmak üzere o araziyi almış ve vakfın kurulma aşamasında ben de bu sürece katıldım. Farklı disiplinler arasında bir bağ olsun, insanlar ayaklarını toprağa basarak bir bahçe içinde çalışsınlar, bir düşünce üretsinler birlikte, orda kendi deneyimlerini paylaşsınlar hayaliyle hem çalışma yapılacak hem de düşünce üretilecek bir yer olarak tasarlanmış. Bizim için çok romantik bir proje. Çünkü biz orada çok zaman geçirdik, zor koşullarda orayı kurduk ve yaşatmaya çalıştık. Ben orada olduğum için zannediyorlar ki sadece edebiyatçılar geliyor oraya. Öyle değil, orası bilim insanlarına da açık bir vakıf. Oraya fizikçiler de gelip çalışıyorlar, ressamlar, müzisyenler botanikçiler, edebiyatçılar matematikçiler de. Her farklı disiplinden gelenler var. Arada doktorlar geliyor, psikologlar geliyor psikiyatrlar da geliyor. Bizim için, benim için de bir okul oldu orası tabii ki. Ben de çok şey öğrendim süreçte. İki türlü; bir insanlar orayı çalışma yeri olarak kullanıyorlar. İkincisi biz kendimize projeler yapıyoruz. Farklı disiplinlerden insanlar bize de başvurabiliyorlar proje yapmak için, atölyeler yapmak için. Biz kendimiz de kendi aramızda tartışarak çeşitli atölyeler yapıyoruz orada. Böyle bir açık bahçe gümüşlük akademisi. Bir vakıf. Evet ben orada olduğum için söylüyorum bunu, tek başına kadınların da çantalarını alıp geldikleri bir yerdir ve çok mutluluk duyuyorum bundan. Şimdi etrafımızda çok fazla yapılaşma var ve bundan mutsuzuz aslında. Etrafımız sarılıyor betonlarla, biz orada herhalde bir bahçe olarak kalacağız. Bağışlanmış vakfın arazisi olarak 15 dönümümüz var, güzel eski bir bahçe, içinde göleti olan. Orada dokuyu korumaya çalışıyoruz, bozmamaya. Bodrum Gümüşlük’te ki Gümüşlük Akademisi böyle bir vakıf. Ben oraya davet etmiş olayım Kıbrıslıları.
Z.Y. Gelmeyi çok isteriz. Pazar günü Girne Belediyesi Sanat Galeri’sinde yapılan İmza ve söyleşi gününüzde yeni çıkacak bir kitabınız olduğunu öğrendik. Bu kitabınızla ilgili olarak okuyucularınıza ne söylemek istersiniz? Bazı ipuçları verir miydiniz?
L.T. Evet yani 3 ayrı Metin üstünde aslında notlar alıp birini kurmaya çalışıyordum. Bir çocuk kitabım var ve ona bir kardeş olsun, yani çocuk kitabım kardeşsiz kalmasın istediğim için çocuk kitabının notlarını almaya başlamıştım, sonra pandemi geldi. Pandemide birden bire ortaya çıktı bu yazacağım metin. Aslında ölümü bedenimizde hissetmekle ilgili bir şeydi. Yani her an bir yakınımızı kaybedebiliriz. Biz de bilmiyoruz, büyük bir belirsizlik dönemiydi. Pandeminin ilk yılında, ilk aylarında ortaya çıktı ve ben kendi gençliğime ve çocukluğuma döndüm, geçmişle hesaplaşma var. Ayrıca bir şey var, bize el etek çektirmek istiyor dünyadan. Ölüm, güç kazanıyor. Tabi ki ister istemez çocukluğa gençliğe gidiyorsun. Ve ben gençlik aşk ve yaşama coşkusu heyecanı dünyada olmanın hazzı bütün bunların üstüne düşünürken ortaya çıktı. Bir aşk metni, doğayı da içine alan erotik bir metin aynı zamanda. Bu hep yazmak istediğim bir şeydi fakat elimi hep geri çekiyordum çünkü kadın olmanın da getirdiği şeyler. Gençken yazamadım, elime alıp notlar falan aldım ama olmadı devam edemedim. Başka meseleler daha baskın çıktı. Şimdi belki işte ölümün de bize böyle çarpmasıyla böyle bir metin çıktı ortaya. Doğayı da içine alan bir aşk kitabı diyebilirim aynı zamanda metamorfoz yani dönüşüm, değişim, ölüme karşı eros.
Z.Y. Okuyucularımız için kitabınızın ismini söyleyebilir miydiniz acaba?
L.T. İsmi Zamansız, her anlamda zamansız benim için de beklenmedikti. Bu metnin çıkacağını böyle bir şey yazacağımı, bir zamanlar hayal etmiştim ama yani aklımda yoktu. Pandeminin ve karantina döneminin getirdiği bir rüzgâr oldu. Sevgili Arsız Ölüm’den sonra dişlerimi sıkarak yazdığım ikinci kitabım çok rüzgârlı ve çok heyecanla yazdım.
Z.Y. Sorularımı yanıtladığınız için teşekkürler. Yeni kitabınızı en kısa sürede okuyabilmek ve sizi Kıbrıs’ta tekrar görmek dileğiyle.
L.T. Çok teşekkür ederim ben de. Çok güzel bir söyleşiydi.