2011 yılında Kıbrıs sorunun çözümüne ilişkin hayallerin çöküşü ve KKTC Cumhurbaşkanı’nı bekleyen tarihi misyon

Yarım asırdan beri çözümlenmeyen Kıbrıs sorunu esas itibariyle Kıbrıs Rumları açısından Mart 1964 bu yana büyük ölçüde çözümlenmiş ve Türk ve Rum Toplumlarının kurucu eşitliğine ve ortaklığına dayalı çift uluslu Kıbrıs Devletinin etnik yapısı şiddet, zorbalık ve silahlı saldırılarla Türk unsurundan arındırılarak tamamen Helen bir yapıya dönüşmüştür.

Yarım asırdan beri çözümlenmeyen Kıbrıs sorunu esas itibariyle Kıbrıs Rumları açısından Mart 1964 bu yana büyük ölçüde çözümlenmiş ve Türk ve Rum Toplumlarının kurucu eşitliğine ve ortaklığına dayalı çift uluslu Kıbrıs Devletinin etnik yapısı şiddet, zorbalık ve silahlı saldırılarla Türk unsurundan arındırılarak tamamen Helen bir yapıya dönüşmüştür. Uluslararası hukuk ve antlaşmalara rağmen BM Güvenlik Konseyi, bu hukuksuz ve insanlık dışı oldubittiyi, Mart 1964’de talihsiz bir kararla onayarak Kıbrıs Türkünün uluslararası kimliğini, hak ve statüsünü; Kıbrıs Adasının geleceğinde Rum Halkına eşit ağılıktaki söz ve temsil hakkını tamamen Rumlardan oluşan Helen bir Devletin onay ve icazetine bağlamıştır. 1963-74 yıllarında, Kıbrıs Türk Halkına karşı yürütülen sistematik soykırım, zülüm ve baskılar Yunanistan’daki Askeri Yönetimin Kıbrıs’ta gerçekleştirdiği 1974 Enosis darbesi ile had safhaya ulaşmış ve Anavatan Türkiye’nin meşru müdahalesine yol açmıştır. Söz konusu müdahale ve Türk Barış Harekatının Kıbrıs’ta yarattığı fiili durum Adanın kuzey ve güneyinde, 37 yıldan beri iki ayrı coğrafyada kökleşen, iki ayrı Halk, iki ayrı egemen devlet ve iki ayrı demokrasinin temellerini atmış ve Kıbrıs’ta imkansızlaşan güvenli ve kalıcı bir barışın işleyebilir, gerçekçi ve adil tüm parametrelerini belirlemiştir.

Bu tarihi gerçeklere rağmen, Kıbrıs sorununun yaşandığı son yarım asır boyunca, ulusal varlığı hala tehdit altında olan, uluslararası hak ve statüsü hala çiğnenen, ekonomik ve sosyal gelişmesi insanlık dışı ambargo ve izolasyonlarla hala engellenen sadece ve sadece Kıbrıs Türk Kanadı ve KKTC’dir. Kıbrıs Türk Kanadının ulusal ve uluslararası hak ve statüsü, dünya hukuk sistemi içinde dünya ile ticareti, siyasal, ekonomik ve finans sistemleri içinde Rumlara eşit düzeyde hak ve statüsü engellenerek 50 yıldan beri belirsizliğini korurken Kıbrıs Rum Kanadı tüm Kıbrıs adına bu hak ve imtiyazlardan tek taraflı ve üstelik “meşru” kabul edilen bir zeminde, kesintisiz yararlanabilmiştir. “ Çözümsüzlük”, uluslararası alanda tesis edilen bu Rum-Yunan üstünlüğünün temelini ve beslenme kaynağını oluşturmuştur. “Çözüm süreci” adı altında, tüm çözüm önerilerini reddeden Rum-Yunan Kanadının uluslararası alanda hiç bir siyasi ve ekonomik bedel ödememesi TC-KKTC Dış Politika gayretlerinin yetersizliğinin ve dünya kamuoyunu harekete geçiren etkin ve örgütlü uluslararası lobicilikte arzu edilen noktadan çok uzak olduğunun da açık bir göstergesidir. Buna karşı, uzlaşmazlık ve çözümsüzlük çizgisini bunca yıl başarı ile yürütmüş olan Helen Dış Politikası, bu süreç içinde, Rum kanadının siyasal, ekonomik ve sosyal gelişmesinin uluslararası zeminde engellenmesine, refah ve kalkınmasının belirsizliğe sürüklenmesine asla izin vermemiştir.

KKTC’nin sağlam ve kalıcı temeller üzerinde yükselmesi, varlığına ve geleceğine yönelik uluslararası belirsizliklerin ortadan kalkmasına bağlıdır. 37 yıldan beri devam eden bu belirsizlik siyasal olduğu kadar ekonomik ve sosyal kalkınmamızı, refah ve mutluluğumuzu derinden etkilemektedir.

Rum Kanadını, 1964’den beri büyük bir ustalıkla yürütmekte olduğu “ çözümsüzlük sürecini ” Mayıs 2004’ de Kıbrıs - AB tam üyeliği gibi yepyeni ve güçlü bir kazanımla taçlandırmıştır. Bu sürecin, Anavatan Türkiye’nin veto hakkının göz ardı edilmesi ve söz konusu üyelikte Kıbrıs Türk Halkının eşit ağırlıkta onay ve katılım hakkının ayaklar altına alınması pahasına gerçekleşmiş olması uluslararası hukuk ve antlaşmaların AB tarafından açıkça ihlal edilmesinin vahim ve asla kabul edilmez bir örneği ve hukuksuz bir tasarrufudur. Tüm Kıbrıs adına gerçekleştirilen AB tam üyeliğinin hukuksuz ve uluslararası antlaşmaları ihlal eden bir zemin üzerinde inşa edildiğini en fazla idrak etmesi gereken ülkelerin başında bu antlaşmalarda imzası ve tarihi yükümlülüğü bulunan garantör İngiltere ve Yunanistan gelmektedir. İngiltere ve Yunanistan’ın bu hukuksuzluğa taraf olmayı ve aktif olarak desteklemeyi tercih etmesi Kıbrıs sorununu münhasıran Rumlar ve İngiliz Üsleri açısından AB içinde nihai bir statüye kavuşturma hedefine yöneliktir. Doğu Akdeniz’de yeni AB sınırları, 27 üye ülkenin parlamentosundan da onaylanarak belirlenmiş ve bu süreç TC/KKTC dışlanarak yürütülmüştür. Annan Planı çerçevesinde Kıbrıs sorununu çözmeyi reddeden taraf, AB desteğinde ve TC-KKTC, yok farz edilerek AB içinde yepyeni bir statüye kavuşturulmuştur. Bu önemli kazanımla, Kıbrıs’ın varlığını ve geleceğini Türk Kanadı ile eşit oyuncu olarak, yönetme ve paylaşma ihtiyacı, Rum-Yunan kanadı açısından tamamen ortadan kalkmıştır. Rum-Yunan kanadı, AB içinde kaydetmiş olduğu üstünlüğü BM ve Güvenlik Konseyine taşımak ve mevcut görüşme süreci içinde Helen egemenliğini tüm Adaya teşmil etmek üzere masaya oturmuştur. Bu gerçeği göz ardı eden bir yaklaşım, realiteden uzak ve TC-AB süreci içinde Rum-Yunan Kanadının, Kıbrıs ve Ege’de yürüttüğü sistematik baskılara dayalı stratejik hedefleri dikkate almayan, hayalci bir yaklaşımdır.

AB üye ülkeleri, 2004’den bu yana, Rum-Yunan Kanadının Helen egemenliğini tüm Adaya teşmil etme gayretlerini sürekli desteklemekle kalmamış, Annan Planına evet karşılığında Kıbrıs Türk Kanadına ambargo ve izolasyonların kaldırılacağına ilişkin taahhütlerini de, Rum baskıları ışığında askıya almıştır. BM Genel Sekreteri Ban Ki Mun’un, 24 Kasım 2010 Güvenlik Konseyi Raporunda, BM nezaretinde Kıbrıs’ta yapılan 2004 Annan Planı Referandumuna ve bu çerçevede Türk Kanadına verilen uluslararası taahhütlere atıfta bulunma gereği duymaması, uzlaşmazlığın faturasını Rum Kanadı üzerinden uzaklaştırmaya ve 2011 yılında Cenevre’de planlanan görüşmelerde Türk Kanadını baskı altına sokmaya yöneliktir. Görüşme sürecinin çökmesi durumunda, 1964’den bu yana uluslararası hak ve statüsü askıya alınan ve geleceği belirsizlik süreci içinde kilitlenen KKTC’nin yarım asırlık prangalarını kırma noktasına geleceği açıktır. Böyle bir gelişmenin yolunu şimdiden kesmek üzere, AB’nin, Rum-Yunan kanadı adına BM Organlarını nezdinde yoğun çaba göstermesi beklenmeli ve geç kalmadan önlem alınmalıdır. Türk Dış Politikası, 37 yıldan beri Kıbrıs’ta var olan iki devletli çözüm geçeği yerine, çözümsüzlük adı altında Kıbrıs’ta Helen egemenliğini meşru addeden uluslararası statükonun devamına son verecek kararlı ve etkin bir stratejiyi uygulamaya koymalıdır.

KKTC, 37 yıllık kökleşmiş temellerine ve bu zaman zarfında uluslararası camiaya resmen katılan 20’ nin üzerinde yeni devlete rağmen, önümüzdeki dönemde AB ve muhtemelen BM güvenlik konseyinin hedef tahtasına oturtulmak üzere varlığına yönelik ciddi tehlikelere maruz kalacaktır!

Bu tehlikelerin ilk işaretleri Avrupa Parlamentosunun Türkiye Raportörüne yapılan baskılardan da anlaşılmaktadır. Türk Ordusunun Adadaki meşru varlığına taraflar arasında antlaşma olmadan son verme gayretleri, Maraş’ın Rumlara iadesi ve Kıbrıs’ta tarafların 1974 öncesi statükoya dönüşü gibi, KKTC’yi yok sayan ve tüm Kıbrıs’ı kapsayacak bir Helen egemenliğinin ayak sesleri bütün ciddiyeti ile AB gündemine yerleşmiştir. AB kanalı ile BM Güvenlik Konseyinde paralel bir uluslararası gündemin yaratılması hiç şaşırtıcı olmayacaktır. 25 Nisan, 2004 sabahı, Annan Planı Referandumundan hemen sonra iki Devletli çözüm şeklini uluslararası camiaya benimsetmek için, tarihi ve optimal bir fırsatı kullanamayan Dış Politikamız ( 2004–2010 yılları arasında halkımız “çözüm mümkündür ve yakındır” iyimserliği ile açıkça yeniden aldatılmıştır. Bu iyimserlik bir yandan Rum –Yunan uzlaşmazlığını aklayıp KKTC’ye dönük, 2004 Referandum taahhütlerini gündemden düşürmekle kalmamış KKTC’nin geleceğindeki uluslararası belirsizliği daha da derinleştirerek iki devletli çözüm yerine Kıbrıs Türk Halkı için Kıbrıs Rum Hükümetinin tüm Adaya şamil egemenliğinin tarafımızdan kabulünü AB gündemine yerleştirmiştir. Bu tarihi yanılgıda dış politikamızı yönetenler kadar basın ve medya organlarımızın önemli payı ve sorumluluğu olduğu idrak edilmeli ve ayni stratejik yanılgıya bu belirleyici süreçte asla yer verilmemelidir! ) bu kez KKTC’nin geleceğini uluslararası camianın Rum-Yunan güdümlü takdir ve icazetine terk etmemelidir. Cesaretle ve pro-aktif bir yaklaşımla, Güney Kıbrıs Rum Devletine uygulanan uluslararası muamelenin, KKTC Devletine de eksiksiz uygulanmasını uluslararası hukuk ve antlaşmaların bir gereği olarak ısrarla talep etmek ve her açıdan haklı ve meşru tanınma talebimizi Dünya gündemine taşımak, TC ve KKTC’de ortak ve ulusal bir seferberliğe dönüşmelidir.
KKTC Cumhurbaşkanı, birinci ve ikinci cumhurbaşkanın da destek ve katılımı ile ulusal birlik ve bütünlüğün meşalesini yeniden yakmalı ve özellikle bu kritik aşamada, söz konusu birlikteliğin, Kıbrıs ve Anavatan Türkiye’ye de yeniden tesis edilmesine gayret göstermelidir. Anavatan Türkiye ve KKTC’deki siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları, basın, medya ve akademik kuruluşlar, meslek odaları, işçi ve işveren kuruluşları ulusal bir kararlılık ve partiler üstü bir anlayışla harekete geçirilmeli ve KKTC’nin varlığına yönelik tehlikelere karşı kararlı ulusal bir duruş sergilenmelidir. Bu tehlikeye karşı kararlı ortak bir ulusal irade ve ortak bir çizgiyi, geç kalmadan, dış dünyaya kabul ettirecek etkin bir strateji uygulamaya sokulmalıdır.


Tansel Fikri
KKTC eski Maliye Bakanı / Emekli Büyükelçi
Bu haber 1395 defa okunmuştur

:

:

:

: