1 Ocak 2009 tarihinden itibaren yürürlüğe girecek olan Lizbon Anlaşması AB’nin çehresini çok değiştirecek. Bir yandan Avrupa Parlamentosu çok daha güçlü bir kurum haline gelirken diğer yandan da AB onlarca yıllık pratikten ders çıkarılmış reformları hayata geçirerek çok daha ıstikrarlı ve güçlü bir konumda olacak. 1 Ocak 2009 tarihinden itibaren AB artık tüm dünya genelinde geçmişte olduğu gibi “çok başlı olduğu için ciddiye alınmayan” kurum kimliğinden sıyrılmış temsil ettiği ülkelerin gücünü yansıtmasını becerebilen bir yapı haline gelecek. Altı ayda bir değişen dönem başkanlıklarının yarattığı sıkıntılar, gereksiz komiserlerle doldurulmuş komisyonun kendi, kendini engellemesi gibisinden zaaflardan arındırılmış bir AB söz konusu artık.
7 ya da 14 Haziran 2009 yılına seçilecek olan Avrupa Parlamentosu tarafından belirlenecek yeni AB Komisyonu ve Başkanı bu şekilde halkın seçtiği vekiller tarafından göreve getirilmiş güçlü bir başkan olarak da demokratik seçim sonucu aldığı bu görevde daha da farklı bir sorumluluğa sahip olurken altı ay değil iki buçuk yıl görev üstlenecek olan dönem başkanı da bu süre zarfında uzun vadeli stratejileri hayata geçirme şansına sahip olacak.
İşte bugün 9 Mayıs 2008 tarihinde hakkında çok konuşulan AB’ye üye olmak isteyen Türkiye ve aslında çoktan üye olmuş olması gereken Kuzey Kıbrıs’ta maalesef AB’nin geleceğinin belirlendiği bu süreçte bir takım “oldu bittileri” kabul etme durumundalar. “1 Ocak 2009 AB’si” artık Türkiye’nin adaylığının kabul edildiği “Helsinki AB’si” değil. “Yeni AB” dünyaya o günkinden çok daha farklı bakmakta. Çok daha da iddialı.
İşte bu gerçeğin farkına varmadan AB’ye yönelik bazı meclis konuşmaları da Türkiye’nin gelişmeleri ne kadar geriden takip ettiğini göstermekte. AB Komiseri ya da AP ve TBMM Karma Parlamenter Komisyon Eş Başkanı bence de haklı olarak AK Parti’ye yönelik Kapatma Davası’nı ve de İstanbul’da Türkiye açısından yüz karası bir 1 Mayıs “Kaberesi’ni” ve de dolayısıyla kenti kendi vatandaşlarına bir günlüğüne de olsa yaşanmaz hale getiren yanlış polisiye önlemleri eleştirdikleri için kıyameti koparan CHP Başkanı Deniz Baykal bunun en açık örneği!
Hele bir de AK Parti gerçekten kapatılırsa Türkiye’nin üye olmak istediği AB ile olan ilişkileri CHP ya da MHP gibi partilerle sağlıklı yürütülemeyeceği için durum çok daha vahim olacağa benziyor. AK Parti hükümetinin demokrasi açısından tasvip edilemeyecek bir yöntemle devre dışı bırakılması ise sanırım en çok Güney Kıbrıs’taki çözüm karşıtlarını sevindirecektir. Onlar da bu durumda belki de söz sahibi olacak bir “Türk Papadopulos’unun” rüyasını görmekteler.
Ne acı değil mi? Tam her şey yolunda gidiyor derken kendi kendimizi çelmelemeyi çok iyi becermekteyiz. Bir Avrupa Günü’nde bunları dile getirmek zorunda kalmak da üzücü!