‘Yaşamı hak ettiği gibi yaşamayanlara hayat bedel ödetir’

Ada TV’nin beğeni ile izlenen programı, şapkalı insanlarla şapkasız sohbetlerin, hayatın ve insanın programı Hişt Hişt Baksana’nın bu haftaki konuğu 2011 Drama Festivali’nde, Tiyatronun Divası ödülünü alan Arsen Gürzap oldu.

Ada TV’nin beğeni ile izlenen programı, şapkalı insanlarla şapkasız sohbetlerin, hayatın ve insanın programı Hişt Hişt Baksana’nın bu haftaki konuğu 2011 Drama Festivali’nde, Tiyatronun Divası ödülünü alan Arsen Gürzap oldu. Ayşe Dilek Orhan’ın, Kadınlar Günü’ne özel çektiği programda, başarıları ve duruşuyla fark yaratan Arsen Gürzap’ın, hayatına yolculuğun yanı sıra hayatın, ona öğrettiklerinin keyifli bir paylaşımı da vardı. Ankara Devlet Konservatuarı, Yüksek Bölümü’nden mezun olduktan sonra tiyatro sahnesindeki başarılarını, televizyon ve sinema projelerine taşıyan, İstanbul Devlet Konservatuvarı’nda diksiyon-fonetik hocalığı, şimdilerde YDÜ Sahne Sanatları Fakültesi’nde öğretim üyeliği yapan ve kurucularından biri olduğu DİALOG’da çeşitli konularda dersler veren Arsen Gürzap’ın, hem sanat hem de özel hayatına dair yolculuktan öne çıkanlar şu şekilde oldu:

‘BABAM ÇOCUKLARINI ÇOK GÜZEL YÖNLENDİRİR, FİKREN BESLERDİ’
“Bir insanı var eden, ileride mutlu olup, olmayacağını, sevecen olup, olmayacağını belirleyen süreç, gözünü açtığı andan, ilkokula başladığı ana kadar zaman geçirdiği yuva oluyor. Çok mutlu bir çocukluk geçirdim. 4 erkek çocuktan sonra, hem annem, hem babam, hem de ağabeylerim beni sevgiyle büyüttüler. Babam, un fabrikasında yöneticiydi. Nazım Hikmet, Orhan Veli gibi değerli isimlerle teşviki mesai yapmıştı. Çok hoş biriydi. Çocuklarını çok güzel yönlendirir, onları fikren beslerdi.

‘ANNEM ÇOK GÜÇLÜ BİR KADINDI’
Annem, iki katlı, girenin, çıkanın belli olmadığı çok çocuklu bir evin sorumluluklarını üstlenmiş, çok güçlü bir kadındı. Kartal gibi bir anneydi. Hepimiz onun kanatları altındaydık. Geçmişten aklımda kalan en önemli tat, annemin yaptığı kuru köftedir. Mutfakla haşır neşir olduktan sonra annemin yaptığı kuru köfteyi yapabilmek için birkaç yıl uğraştım.

‘BÜTÜN KISKANÇLIĞINA RAĞMEN, AĞABEYİM YANGINDAN İLK KURTARILACAK KİŞİ OLARAK BENİ GÖRMÜŞ’
En küçük ağabeyim benden 8 yaş büyüktü. En küçük olduğu için çok ilgi görmüş. Benim doğumumla, ilgi bölündüğü için de beni çok kıskanmış. Canımı çok sıkmaya çalışırdı. Buna rağmen, mahallemizde çıkan bir yangın sonrasında, geceler boyu kabus görerek, “Yangın var” diyerek kalkmış, beni kucaklamış ve sokak kapısına koşmuş. Bütün kıskançlığına rağmen, ne kadar büyük bir sevgi var ki yangından kurtarılacak ilk kişi olarak beni görüyor.

‘İLK AŞKIM BİR KAMYON ŞOFÖRÜYDÜ’
Un fabrikasına, yakın bir yerde oturuyorduk. Fabrikaya un getiren kamyonlardan, birinin şoförüne aşık olmuştum. 7 yaşımdaydım ve onun geldiğini, kamyonunun kornasından tanırdım. Kornayı duyduğum an, onu görebilmek için pencereye koşardım. Ona, Dionysos adını takmıştım. Evdekiler, bu durumu tebessümle izlerlerdi. Aradan epey zaman geçtikten sonra, bir gün yolda yürürken, küçük ağabeyim, “Bak bu senin Dionysnos” dedi. Ben bir baktım. “O zamanlar neyi gördüm de etkilendim?” diye düşündüm.

‘BİZİM EVDE PARA HİÇ KONUŞULMAZDI’
Çocukluk ve genç kızlık dönemimden hatırladığım en önemli unsur, bizim evde, paranın hiç konuşulmamasıydı. Para, insanın elinin kiridir. Olmazsa olmaz ama varlığını, üstümüzle, başımızla, çantamızla çevreye göstermek de olmuyor. Çünkü, bütün bunlar kimlik olarak bize hiçbir şey katmıyor. Bir yere girdiğimizde, üstümüzdekilerle yarattığımız etki 30 saniye sürüyor, ondan sonrasında kişiliğinizle varsanız, varsınız, yoksanız yoksunuz.

‘KONSERVATUARDA, SINIF ARKADAŞIMI OKUL MÜDÜRÜ ZANNETMİŞTİM’
Bir ağabeyim devlet tiyatrosu sanatçısıydı. 8 yaşımda, sözsüz de olsa çocuk tiyatrosunda ilk oyunumu oynadım. Konservatuara başlamak için liseyi bitirinceye kadar bekleyecek sabrım yoktu. Ortaokuldan sonra, pek çok başvuru arasından seçilerek, konservatuara başladım. 15 yaşımdaydım ve birkaç yıl kaybetmiş bir sınıf arkadaşımı, okulun müdürü zannetmiştim. Bizim dönemimiz çok şanslı bir dönemdi. Konservatuar’ın kurucusu olan Carl Ebert, bu işi yapabileceğine inandığı isimleri seçmiş ve yurt dışına eğitime yollamıştı. Biz, o isimler tarafından eğitildik. 4 kişi mezun olduk ve hemen Devlet Tiyatrosu’nda stajyer olarak işe, bir ay sonra da maaş almaya başladık. Stajyerlik sonrasında girdiğimiz sınavla da Devlet Tiyatrosu Sanatçısı olduk. O dönem için bu, büyük bir şanstı.

‘ANNEMİN, FOTOĞRAFIMA BAKAN KARI KOCAYA “BU BENİM KIZIM” DEMESİNİ GÜLÜMSEYEREK HATIRLIYORUM’
Hemen sonrasında da çok önemli roller oynadım. O dönemden en unutamadığım anım, Yıldız Kenter gibi dev bir oyuncunun hafızalara kazıdığı” Abdülhak Hamit’in Finten oyununda başrol oynamaktı. Benim için büyük bir sınavdı. Büyük Tiyatro’da oynuyorduk. Fuayede, vitrinde, oyuncuların fotoğrafları sergileniyordu. Premier Günü’nde, annemin, fotoğrafıma bakan karı kocanın yanına gidip, “Bu benim kızım” dediği anı gülümseyerek hatırlıyorum.

‘DEVLET TİYATROSU’NDA SÜT İZNİ ALAN İLK SANATÇIYIM’
24 yaşımda evlendim. 27 yaşımda ilk çocuğumu, 4 yıl sonra da ikinci çocuğumu dünyaya getirdim. İlk kızım Ayşe’nin doğumundan 45 gün sonra, oyuna başlamak zorunda kaldım. Devlet Memurlarının süt izni var diye, ben de süt izni talep ettim. Bu Devlet Tiyatrosu’nda bir ilkti. Bana süt izni verdiler, her gün Ulus’tan, Gaziosmanpaşa’ya annelik görevimi yapmak için gittim. 30 yaşımda annemi kaybettim. Hayatımın ilk tokadını o zaman yedim. Halbuki, çocuklarımı birlikte büyütecektik. 4 yıl sonra da babamı kaybettim ve ondan sonra büyüdüm.

‘ÇOK GÜLER, ÇOK ÇABUK AĞLARIM’
Çok güler, çok çabuk ağlarım. Kızım Elif’in düğününde, ağlamayacağım diye söz vermiştim ama kızım nikah masasına doğru yürürken, o ana kadar yaşadıklarımız gözümün önünden geçti. Benim bir oğlum olmuştu, mutluydum ama artık Elif benimle birlikte olamayacaktı. Başka bir hayat yaşayacaktı. Bu altından kolay kalkılabilecek bir şey değilmiş, o anda anlıyorsunuz ve bir kenarda ağlıyorsunuz.

‘TÜRKİYE BAZI ŞEYLERİ YENİ ÖĞRENİYOR’
Türkiye, bazı şeyleri daha yeni öğreniyor. Sadece türkücü veya şarkıcı olduğu için başrol oynayan insanlarla tanıdık dizileri. Sonları iyi oyuncular dizilere dahil olmaya başladı. Bu süreçte, zekası parlak olanlar, kendine emek verenler kalıcı oldu, diğerleri yok oldu.

‘İSTANBUL MASALI’NIN BEHİYE’Sİ OLARAK BİR SEYİRCİDEN AZAR İŞİTTİM’
Dizi oyuncusu, seyirci arasındaki ilişkiye, çok tipik bir örnek yaşadım. Bir İstanbul Masalı’nın Behiye’si, gizli gizli görüştüğü için eşinin bir başka kadından olan kızını sevgilisi zannetmiş ve evi terk etmişti. Sonrasında da, eşinin bütün jestlerine rağmen Behice evine dönmemişti. O bölümlerin yayınlandığı dönem, ekip olarak, Üsküdar’da vapur bekliyorduk. Bir adam, öfkeyle yanıma geldi, “Bana bak kadın, dön artık evine, adam daha ne yapsın” diye bağırdı. O kadar korkmuştum ki “peki, tamam, döneceğim” demiştim. Açıkçası, bu kadar içselleştirmeyi çok da anlamıyorum.

‘YDÜ SAHNE SANATLARI FAKÜLTESİ, İÇİNDE OLMAKTAN GURUR DUYDUĞUM BİR İŞ’
YDÜ Sahne Sanatları Fakültesi, çok değerli isimlerin yer aldığı, benim de içinde olmaktan çok gurur duyduğum bir iş. Bozkurt Kuruç, Cihan Ünal, Murat Atak, Ayşegül Atik’in yanı sıra Tiyatro Tarihi, Eskrim, Makyaj gibi alanlarda çok değerli isimler yaşamlarının önemli bir bölümünü ayırarak buraya geliyorlar. Gönlüm, bu çabaların daha fazla duyurulmasını arzuluyor, çünkü, ne kadar fazla insana ulaşabilirsek, bu ülkeye, o kadar daha fazla hizmet edebileceğimizi düşünüyorum.

‘DİALOG’DA ÖĞRENCİ SAYIMIZ 20 BİNİ AŞTI’
Diksiyon, oyunculuk, seslendirme ve etkili iletişim eğitimleri sunan Dialog, Can Gürzap’ın bir projesidir. Rahmetli, Haluk Kurtoğlu ve ben, bu fikri çok parlak bulduk ve program oluşturmaya başladık. 22’nci yılımızdayız ve öğrenci sayımız 20 bini aştı.

‘BEBEK SIFIR KİLOMETRE BİR MUCİZEDİR’
Bebek o kilometre bir mucizedir. Çevre, o bebeği dokur ve sonrasında ektiğini biçer. Çevre, o bebeğe, hiç hak etmediği şeyleri de, çok hak ettiği şeyleri de bindirebilir. Yanlış şeyler öğretilen bir çocuk, öğrendikçe, öğrenmeyi öğrenerek, bilgi dağarcığını geliştirerek, kendisiyle baş etmeyi de öğrenebilir.

‘KONUŞMAK DA BESTE YAPMAK GİBİDİR’
Etkili iletişimin birinci adımı dinlemedir ama anlatanın da anlattığını dinletmesi gerekir. Şimdilerde çabuk konuşma eğilimi var. Bu teknik olarak artikülasyon bozuklukları dediğimiz “anlaşılmamayı” beraberinde getiriyor. Konuşmak da aynen müzik gibidir. İnsan mühendisleri, müziğin insan bedeninde bir kimya oluşturduğunu tespit ettiler. Mozart, insan bedenine enerji ve mutluluk veren ritmi yakaladığı için bu kadar kalıcı oldu. Konuşmak da beste yapmak gibidir. İniş ve çıkışlarla karşınızdakinde o ritmi yakalatmanız gerekir. Bazen eğitmen arkadaşlarıma, “acıyın çocuklara, noktasız, virgülsüz tekke müziği yapmayın diyorum. Çocuk ne yapsın, bir yerden sonra vücudu isyan ediyor. Tekke müziğinde, nota aralıkları azdır. Amacı kişiyi o ortamdan uzaklaştırıp, içine döndürmektir. Bu nedenle, konuşurken tekke müziği yapmamak gerekir.

‘EĞİTİCİ, ÖNCE KENDİNİ EĞİTECEK’
Eğitici, önce kendini eğitecek, söyleyecek sözleri olacak. Yalnız kendimize güvenerek, yaşamayız. Hayat insandan, kendine yatırım yapmasını ve emek etmeyi öğrenmesini mutlaka istiyor. Dünyada kalıcı işler yapanlara baktığımızda bu iki şeyi doğru öğrenen insanlar olduğunu görüyoruz. Bugün hatırlananlar, dünyaya emek etmiş insanlardır.

‘KİTLE İLETİŞİM ARAÇLARI BİRER ER MEYDANIDIR’
O kadar uzun süreden beri ekranlarda, aynı düşünce ve kavramlar, toplam 350 kelimeyle anlatılıyor ki artık televizyon izlemek istemiyorum. Oysa, kitle iletişim araçları birer Er Meydanı’dır ve orada hata yapma lüksünüz yoktur. Yanlış yapıldıkça, çoğunlukta yanlış öğreniyor. Kitle iletişim araçlarının dil üstündeki olumlu ve olumsuz etkilerini göz önüne aldığımızda, oradaki kişilerin kendilerine yatırım yapma zorunda olduklarını düşünüyorum.

‘DİZİ ÇEKMEK; YAZIN YANMAK, KIŞIN DONMAK DEMEKTİR’
Dizi çekmek, yazın yanmak, kışın donmak demektir. Çok zahmetli, emek isteyen bir iş. İki saatlik çekimin karşılığı, bazen bir, bazen bir buçuk dakika oluyor. Kalabalık ekipler söz konusu ve kendi ajandanızı yönetemiyorsunuz. Üst üste iki projede çalıştığım için biraz ara vermek istiyorum. Bu süreçte cam altı yapmak ve bilgisayarımın ana belleğinin çökmesi sonucu iki yıllık emeğimi kaybettiğim fonetik sözlüğünü tamamlamak istiyorum. Bu sözlük, çok çaba sarf ettiğim bir çalışma, dilerim insanlara ulaşır ve işlerine yarar.

‘HAYAT ÖĞRETMEDEN DE İNSANLAR BAZI ŞEYLERİ ÖĞRENMELİ’
Yaşamı gerektiği ve hak ettiği gibi yaşamayıp, kendisini akışa bırakanlara, hayat, “Beni gerektiği gibi yaşamazsan, sorunlar, hastalıklar çıkar karşına” diyor. Dünyanın en uzun yaşayan insanlarına baktığımızda, onların hem vücutlarını doğru çalıştıran hem de hayatı bir imece gibi keyifle yaşayan insanlar olduklarını görüyoruz. Sonuç olarak, hayat insana öğretmeden, insanın bazı şeyleri öğrenmesi gerekiyor. Siz kendinize yeterli hoşluğu sağlayamazsanız, bir akıntıya kapılır, giderseniz, hayat mutlaka bedel ödetiyor size.”
Bu haber 30 defa okunmuştur

:

:

:

:

DİĞER HABERLER