“Selvi ağacı, mezarlıklarda dizi dizi dizilmesi ile ‘ölümü’ çağrıştırsa da, yapraklarını dökmemesi ve her daim yeşil kalması ile dayanıklılığı ve ölümsüzlüğü simgeler. Toprağa uzanan kökler ise geçmişe olan bağlılığın ifadesi. Dimdik kalması doğruluk ve dürüstlüktür. Rüzgarda savrulmaması sabrın alametidir.”
Devlet fermanı vermişti. Toplu katliam yapılacaktı. Bunun organizesi de bana verilmişti. Kiralık katili ben bulacak, yok etme işlemini yerine getirecektim. Bu işlemi tamamlamam için de bana kırk beş günlük süre verilmişti. Ödül olarak da odun alacaktım.
Kimseye ben katliama ortak olamam diyemedim. İtiraz da edemedim. O yöntem, çok zor, güçlük ve sıkıntı içeren bir yoldu. Nihayetinde de sonuç alınma olasılığı çok düşüktü. Ancak ölümleri geciktirebilirdim. Bunları düşünmek ortak olacağım suçun ıztırapını azaltıyor muydu? Bilemiyorum. Suçumu hafifletiyor muydu? Onu da bilmiyorum.
Bir gün önce gidip fotoğraflarını çektim. Dimdik, göğün maviliklerine doğru uzanışlarını videoya aldım. Ne kadar da örtüşüyormuş uzun boylu insanlara “Selvi boylum” demek.
Kargalar, bir gün sabah, gün ışımaya başlarken, bahçenin doğu kısmındaki selvilere konmak için alçalırken onların yerlerinde olmadıklarını görecekler. Ve acı çığlıklar atarak yükselirken, seslerini duyan diğerleri heyecanla onlara katılacak. Hep birden selvilerin yasını tutacaklar. İnsanlar ise onların bu bağırışlarının nedenini anlamayacaklar. Çünkü biz kargalar kadar duyarlı değiliz. Yıllardır kargaların yuvasıydı bu selviler. Hep bir ağızdan şarkılarını söyleyip ve hep birden havalanıp buradan, konarlardı karşıdaki selvilere. Şimdi toplanmış karga sürüsü; siyahlarını giymişlerde, gitmişler gibi cenaze törenine, uçmuyorlar. Uçamıyorlar. Yasını tutuyorlar yok olan yaşam alanlarının.
Yeni sene yazın uyanmaya başlayınca lavralar, kanatlanıp şarkı söylemeye başlamadan önce, atalarının anlattıklarından farklı olduğunu görecekler dünyanın. Onlar da iki ay boyunca “hep bir ağızdan türkülerini söyleyip” dans edip yaşayacakları bu dünyada hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını anlayacaklar. Zeytinler eksik, ekşiler eksik, selviler eksik. Evler çoğalmış, yollar çoğalmış. Şarkılarının eski tadı olmayacak. Ahenk tutturamayacak notalar. Ve erken çatlayacak zizirolar. Döküp tohumunu toprağa çabucak ayrılacaklar dünyadan. Hala yaşamını sürdürebilen ağaçlar şarkısız kalacak.
Göçmen kuşlar dönüş yolunda mola vermek için üzerine oturacakları dalların azaldığını fark edecekler. Yayılamayacaklar ağaçların üzerine dilediklerince. Yok artık ağaçların yarısı. Azalacak kuş sesleri. Neşeli şarkıları terk edecek bizleri. Arabeskleşecek kuşların şarkıları. Karamsar, mutsuz bir rüzgar esecek dallarda. Ve biz bir süre sonra “eskiden buralarda kuşlar cıvıldardı” diye hayıflanacağız.
Bugün katil olay yerine geldi. Gerekli izinler alınmıştı. İlerde buradan yolun geçmesi için ağaçların kesilmesi zorunluydu. Az sonra ovayı acımasız, mekanik bir uğultu kaplayacaktı. Yaklaşık yetmiş beş yıllık ağaçlar, kurşuna dizilmiş İspanyol şair Lorca gibi toprağa düştüler bir bir.
“ Ve yağmurlu
akşamda
yüreğim öğreniyor
ağaçların döktüğü
güz trajedisini”
Güz trajedileri bitmiyor ağaçların. Parçalara ayrıldıkça her selvi, her parçadan bir anı çıkıyor karşıma. Ellili yıllardan bugüne. Tırnakların toprağı kazıması ile yaşanmış hayatlar. Yokluklar içerisinde üreterek, önce hayata tutunma sonra bir adım ileriye gitme ve daha iyi bir hayat için bir ömrün tüketilmesi. Toprağa sıkı sıkıya sarılma, çatışmalar, göçler, kayıplar, travmalar.
Üç beş ağaç ekmek, beş on ağaç ekmek, yirmi otuz ağaç ekmek çabası. Kargaların, Ağustos böceklerinin ve Göçmen kuşların düzenlediği şenlikli seslerin ninnisinde, Temmuzun öğle sıcağında, selvinin gölgesinde dinlenirken uykuya dalmak. Sonra ektiğin ağaçları, diktiğin selvileri ardında bırakarak yeni bir hayata kaçmak. Ve mecburi yeni başlangıçlar.
Çevremizdeki her şey gibi gözlerimin önünde, bir tarih parça parça bölünerek yok edilmekteydi. Kesilirken, canları yanar mı ağaçların? Acı duyarlar mı? Onlar da kuşları özleyecekler mi? Yağmuru, rüzgarı, gökyüzünü özleyecekler mi? Gözyaşı döker mi ağaçlar? Efsanelerde bazı ağaçların kanlı gözyaşı döktükleri anlatılır. Gövdeler yere yatırılıp dallarından ayrılırken mi ağlarlar en çok? Yetmiş beş yıllık canlıyı iki günde yok ettik. Artık burası asfalt ve parke olacak. Yıllar sonra biz de toprak olunca, çocuklar buralarda gökyüzüne ulaşmaya çalışan ağaçlar olduğunu bilemeyecekler.
Bari bu yazı da bir köşede öylece bulunsun.
Sağlıcakla kalınız.
Not: Servi yerine Selviyi bilerek kullandım. Halkın diline de saygı göstermek lazım.